Korona Nesli ve Yarın

Zamanın ve mekânın sıkıştığı dünyamızda, koronavirüs salgınının bırakacağı izler bugüne kadar yaşanan diğer salgınlara oranla çok daha fazla olacağa benziyor. Koca kürenin tüm yerlileri olarak kendimizi “doğal bir deneyin” tam ortasında buluverdik. Bu “doğal deney” bittikten sonra ne bizim ne de içinde yaşadığımız dünyanın aynı olmayacağı kesin.

ABD’ye yapılan 11 Eylül 2001 saldırısı ya da bizim coğrafyamızda yaşadığımız 1999 depremi bu tür “doğal” deneyler arasında sayılabilir. Her ikisini de coğrafi bir doğal deney olarak kabul edersek, korona salgınının bu iki vahim olaydan çok daha büyük çaplı bir sarsıntıyı ardında bırakacağı net olarak görünüyor. 

Felsefenin çok kadim bir tartışması vardır: Varoluş sebebimiz ne? Niye bu dünyadayız?  Antik zamandan bu yana gelen ve aynı zamanda tüm dinlerdeki bu sorunun yanıtını insanoğlu şimdiye kadar felsefi ya da ilmi açıdan olmasa da hiç bu kadar içsel olarak sorgulamamıştı.

Şüphesiz ki, felseficilerin de vardıkları sonuç gibi salgın nesli de ilk kez küresel anlamda ve bütüncül bir yaklaşımda sağlıklı olmanın mutluluğun öncül şartı olduğu gerçeği ile yüzleşti. 

Kader, alın yazısı, kısmet diye de okunabilecek bu doğal deneyin içinde yer alan insanların yaşamlarında da paranın araç yerine amaca dönmesiyle; iyi bir iş, iyi bir ev, iyi bir gelir, iyi bir araba ve iyi bir emeklilik hayatı mutluluğun (sahte) tanımı olarak tasvir edilmekteydi. Temel amaç, çalışmak ve çalışmanın sonucu mutluluktu.  Ta ki salgın sillesini atana kadar. Şimdilerde ise meşhur “coğrafya kaderdir “sözünün gerçekliğini yaşıyor tüm dünya. Gelişmiş ülkelerin bazıları salgına karşı nufuslarının tamamını, bazıları yarısını, en azı dörtte birini aşılamayı başarmışken, Afrika’da bu oran yüzde dört seviyelerinde, bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde yüzde on seviyelerinde. 

Şimdi burada şu soruyu sormak lazım: Hükümetlerin başarısını nasıl tanımlayacağız? Bu sorunun yanıtının her ne kadar objektif ve somut dayanaklı olması gerekse de, bu soruya yanıt verenler siyasi görüşleri, kültür ve muhakeme düzeyleri sebebi ile doğru ve tarafsız olamayacaklarından bu soruyu sorma çabası bile anlamsız kalıyor.

Salgın gelişmiş ülkelerde yavaş yavaş etkisini azaltmaya başlamış durumda. Bu eksenin bir ucuna davranışsal iktisadın en geniş kapsamlı deneylerinden birini yürütmüş olan ve sonra doğruyu hızlıca bulan İngiltere’yi; öteki ucuna da her türlü “gözetleme” mekanizmasını devreye sokarak başlangıçtaki başarısızlığını bir başarı öyküsüne çeviren Çin’i de koyabiliriz.

Ancak salgın kademeli olarak ve coğrafi şansların etkisi ile geçecek olsa da, ülkelerin sınırlarının görünmez bir zırhla ve kurallarla daha da kalınlaşacağı, ülke-şehir-mahalle içinde bile ayrışmaların çoğalıp herkesin kendi sosyal gettosuna sığındığı bir dünyaya evrilmemiz hiç de fantastik bir bakış açısı olmayacaktır.

Kovid-19 doğal deneyi nasıl bir toplum içinde yaşadığımızı, ülkelerin yönetilmesindeki güç ve güçsüzlükleri, koca şirketlerin bilançolarının zayıflığını, ruhsal ve bedensel dayanma gücü sınırlarımızı bizlere göstermiş oldu. 

Koronavirus Salgınının En Önemli İki Sonucu: Korku ve Var Oluşu Sorgulama

Koronavirus salgını, içine düşmüş olduğumuz çok önemli bir ruhsal hâli de beraberinde getirdi: Korku, var oluş sebebi ve varılacak yeri sorgulama.

Antik Yunan mitolojisinde savaş tanrısı Ares’in çocukları Korku ve Terör, el ele yürüyen ikiz kardeşler olarak bilinmekteler. Bu açıdan bakarsak; koronavirus salgınını da bir tür sağlık terör saldırısı olarak nitelendirebiliriz çünkü tıpkı terör gibi çevremizdekileri hedefleyebiliyor, amacına uygun yerleri hiç şaşmadan seçiyor ve karşısındakini çaresiz hissettiriyor. Korkunun üzerimizdeki etkisini hepimiz biliyoruz: Korktuğumuz zaman risk algıları değişir, risklerin sonuçları daha büyük gözükür ve risk olmayan şeyler de risk olarak algılanır. Terörle karşılaşan insan, diğerleriyle özellikle de aynı sanrıyı paylaşmayanlarla duvarlarını yükseltir, kendisini "uzaklaştırır". 

Hepimiz uzaklaştık, uzaklaştıkça yalnızlaştık, yalnızlaştıkça durgunlaştık ve sonunda biraz da duygusuzlaştık. Şu an ülkemizde ölüm sayıları ortalama günlük 390 kişi civarında. Her gün bir köy kadar insan bu doğal deneyin sonucunda yaşamdan kopuyor. Her gün iki uçak düşüyor ya da her gün bir okul bir mahalle bombalanıyor gibi düşünebiliriz. Korkunç bir sayı! Toplam ölüm sayısı kırkbinleri aştı. Ölümü hiç kimse bu kadar ensesinde hissetmemişti. Etrafımda kiminle konuşsam artık psikolojik olarak tükendiğini ve kendini iyi hissetmediğini söylüyor. Kimse kimseye canının sıkkın olduğunu bile söyleyemiyor, çünkü kimsenin kimseye yükleyecek bir motivasyon gücü yok.

Sonuç: Koronavirus salgını sona erdiğinde -ki bunun tam olarak ne zaman olacağı ile ilgili umudumuz her geçen gün azalırken- salgın zamanında ne kadar korktuğumuzu hatırlayacağız. Eğer bugünleri en az bedensel, ruhsal ve ekonomik hasarla atlatabilir, hükümette üzerine düşeni layıkı ile dayanışma ile yapar ve bizler de diğerkâmlık gibi insanı insan kılan erdemlere yaslanarak atlatabilirsek; tehlike çanlarının hepimiz için çaldığını hatırlarsak ve başka insanların bizim sağ kalabilmemiz için yaptıkları fedakarlıkları unutmazsak; gerçekten de başka bir dünyaya uyanırız. Aksi halde hafızamızda “sıfır-toplam” bir mücadelenin anıları kalırsa, başkasının yaşamı pahasına sağ kaldığımız anlatısından öteye gidemez, bu günler “karartılmış günler” olarak tarihte yerini alır.

Sağlıkla kalın.

Didem Tınarlıoğlu