MUTLULUK HİÇ YAŞLANMADI

Hayat bir çoğumuza göre oldukça zordur; acı, hayal kırıklığı, bitmeyen sorumluluklar ve altından kalkılması zor anlar barındırır. Bu zorlukları hafifletebilmek için, insan her yaşadığından ders çıkararak yaşam sevincini söndürmeden devam edebilmeyi arzular. İnsanın yaratılış donanımları böyle bir özellik barındırmasaydı kim bilir ne halde olurduk? Freud, kişinin mutlu olmak niyetinin, yaratılış planına dahil edilmediğini ve mutlu yaşamanın anahtarının iki kavramda olduğunu söyler: “Lieben und Arbeiten” yani “Sevmek ve Çalışmak’’. Freud’un mutluluk formülünü ortaya atmasından bu yana neredeyse yüz yıl geçmiş olmasına rağmen modern insan, hayatı daha anlamlı kılabilecek yeni kavramlar geliştirmekte çok da başarılı olamamıştır. Aslında bundan beş yüz yıl önce de belki durum çok farklı değildi. On bin yıl sonra da mutluluğun anlamında çok fazla değişiklik olmayacak belki de. ‘’Geçmişte yaşayanlar mı daha şanslıydı yoksa şimdi ki gençler mi?’’ sorusu, belki de yüzyıllarca netlik kazanamayacak sorulardan biri olacak.

 

İlk insanların mağaralara iletişim kurmak için yaptıkları piktogramların üzerinden on binlerce yıl geçerken, iletişim için kullanılan ilk telefonun icadı ile şu an elimizde olan ve bir tuşla tüm dünyaya erişebilme teknolojisinin arasındaki süre sadece yüz yıl. Son 10 yılda bile hayatımızı derinden etkileyen şu kavramlar ve cihazlar hayatımıza girdi: sürücüsüz araç (2008), Apple iPad (2010), e-kitap okuyucu (2007), Google Glass (her ne kadar şu anda yaygın olmasa da) (2014), insansı robotlar (2013), sosyal medya (2006) ve bunlar gibi daha birçok dev buluş… Böyle bir dijital dönüşüm yaşanırken insanoğlunun mutluluk kaynağında hiçbir şey değişmedi diyebiliriz. 

 

Çoğunluğun dünyanın dönüşümünden çok da mutlu olmadığını ama kendi mutluluk kodunu yazmak için de pek bir şey yapmadığını, moda adıyla akışa bırakıp beklemenin ötesine geçemediğini düşünüyorum. Herkes bir sürü şeyden şikayetçi ama çözüm üretmek konusunda bir o kadar durağan, bir o kadar tembel.

 

Aralarında mutluluk oyunu oynayanlar, kendini akışa bırakanlar, enerji egzersizleri ile yatıp kalkanlar, evcilik oynayanlar, ya da an’da kalma savaşı içinde olup arafta takılı kalanları gördükçe evrenin mutsuz olduğunu, en iyi hali ile mutluluk arayışında çırpındığını söyleyebiliriz. Bu arada şunu da söylemeden geçemeyeceğim, anı yaşamak demek o an “boş ver tadını çıkar“ demek de değildir. Anı yaşamak demek, bulunduğun ortamda olması gereken en sağlıklı, doğru duyguyu hissederek yaşamak, geçmişi veya geleceği o an planlamamak demektir. Acı çekilmesi gereken bir durumda acı çekmek hatta gerekli durumlarda yasını tutmak, mutlu olunması gereken bir durumda da hazzı bastırmamak, tadını çıkarmak demektir. 

 

Neyse ki üretken olmayan insanların daha mutsuz olduğu, çalışma hayatını erken bırakanların daha çabuk hastalandığı artık bilim de kanıtlamış olduğundan bu artık bir tartışma konusu değil. Fakat sadece üretmek değil ürettiği her ne ise -bu illa iş olmak zorunda da değil- önemli olan üretirken yani çalışırken mutlu olabilmek. İnsanın çalışarak mutlu olabilmesi işini sevebilmesiyle, yaptığı işe anlam yükleyebilmesiyle mümkün. Yaptığı işe anlam katmak ne demek derseniz, cevabım şu olur: Eğer işinizi yaparken aldığınız keyif, işinizden elde ettiğiniz kazancınızı harcarken aldığınız keyiften fazlaysa, işinize anlam duygusu katmışsınız demektir. İçinde mantık veya haz barındırmayan hiçbir şey anlamlı değildir. Anlamlı olmayan şey de sahte veya gereksiz olduğundan sürdürülebilir bir mutluluk olmamaktadır. 

Yaptığınız üretkenlik her ne olursa olsun ne ölçüde anlamlı olduğunu merak ediyorsanız şu soruları yanıtlamanız size yardımcı olabilir:

  • Amaç ve tutkularınız sizi potansiyelinizi zorlamaya itiyor mu?
  • İşinizde sizi diğerlerinden farklı kılan birçok kuvvetli yönünüz var mı?
  • Çevrenizdekiler sizin temel değerlerinizin ne olduğunu bir çırpıda söyleyebilirler mi?
  • Etrafınızla anlamlı bir bağınız var mı?
  • Ürettiğiniz şey ile gurur duyuyor musunuz?

 

Birçok iş insanı tanıyorum; çoğu kişinin gıpta ettiği bir mesleğe sahip, aylık kazancı asgari geçim ücretinin on yirmi katı, her gün öğle yemeğini yediği restoranlara ülkede milyonlarca kişi gidebilmeyi ancak hayal edebiliyor. Onun ise işine giderken ayakları geri geri gidiyor, yüzünde gülümseme maskesi ile dolaşıyor ama içinde tufanlar kopuyor. Yani, mesele kariyer veya maddi statü değil. 

 

Sevme duygusu insanın sevilme ihtiyacı kadar önemli bir motivasyonu. Sevmek demek, bir amaca kilitlenmek, o amaç uğruna sabah yataktan kalkmak, o amaç uğruna mücadele duygusunu kaybetmemek demektir. İnsanın hayatının nerdeyse üçte birinden fazla zamanını alan işini, ürettiğini sevebilmesi mutluluk kodu için çok hayati bir durum. 

 

Hayatın zorluğunu azaltmak için duyduğumuz acıyı azaltacak ilgi ve marifet ilgileri saptamalı, zorlukların yerine geçebilecek doyumlar keşfetmeliyiz.

 

Sevgilerimle,

Didem Tınarlıoğlu